Refresh loader

Bir Savaş Kızının Kara Sevdası

Bir Savaş Kızının Kara Sevdası

Bazı olayları anlamak için kaç cepheden bakmak, kaç pencere açmak gerekir diye sorsam mutlak hepimizin bir yanıtı olacaktır.  Hani ‘’bu dünya bir penceredir. Her gelen bakar geçer’’ diyen, Azeri türküsü misali. Hele ki artık çoğumuz  ‘’benim penceremde benim pencerem’’ diye tutturmuşken… Çevir çevirebildiğin, aç aça bildiğin kadar. Şimdi size ‘’hadi açalım teker teker şu pencereleri’’ desem.  Kimi ‘’hadi hemen’’ derken kimi de ‘’amaann işin mi yok’’ der. Kimileri de  ‘’işte buda senin pencerendir’’ diye gülüp geçer.  İşte yine böyle zamanlardan bir zamaaann pencereleri açtığımızda dışarıda küçücük bir şey görmüştük.    Ya da ben böyle küçük görmüştüm. Üstelik bir de hayra yormuştum. Sonra bizim bu küçücüğümüz, büyüdü büyüdü büyüdüü ve ben artık onu, neye yoracağımı bilemez oldum. Çünkü penceremi açtığımda, onun penceresine yanlışlıkla konmuş bir serçe misali minnacık ve savunmasız, üstelik de dışarıda özgürce uçarak karnımı doyurmak yerine,  onun penceresinde ondan bekler buldum kendimi.  Ve bir gün, şöyle kafamı kaldırıp, dikkatlice bakındığımda, benim penceremde küçük harflerle Selda, onun penceresinde kocaman harflerle küreselleşme yazdığını fark edince, ‘’ bu da ne ola ki’’ diye sorduğumu hatırlıyorum.  O an biri bana,  ‘’Selda varsay ki dünya kocaman bir köy olmuş ve her birimiz pencerelerimizi açınca, birbirimizi kolaylıkla görüp, öpücük gönderiyoruz’’ demişti. Hiç anlamamıştım ne söylemek istediğini ki halada anladığımı sanmıyorum. Dedim ya ben hayra yormuştum diye. Lakin, ben mi yanlış yormuştum yoksa kandırılmış mıydık?  Yok yok belki de sadece bendim kandırılan ya da ve yoksa hepimiz kendimizi mi kandırmıştık bilemiyorum.  Sadece bazen ‘’Hay Allah acep bu pencereyi hiç mi açmasaydık’’ diyorum.  Manzarada fena değildi aslında.  Sınırlar kalkıyordu ya  hani. Rahat rahat dolaşıverecektik ya bu dünyada..  Eee güzel kadınların elini tutu verecek  ve kadını dövmeyen adamlara börekler açacaktık ya. İstediklerimize daha kolay ulaşacak, daha çok vitrinimiz,  vizyonumuz olacak ve bunlarda rengarenk olacaktı ya hani. Evet,  bu pencereden bakınca belki de mottomuz buydu. Her şey daha kolay, daha renkli ve daha güzel olacak.

 Eee ne oldu şimdi… Biz bu küçük mutluluklarla oyalanırken, ‘’ ne oluyor yaa’’  bile diyemeden birde baktık kii   tanklar, toplar  tüfekler kapılarımıza dayanmış. Üstelik bir asır bile geçmemişti biz bu küçücük mutlulukları yaşarken… Birileri çok görüp,  çok mu haset etti? Yoksa biz mi bilemedik burası bir muamma olsa da çoğumuz, bu küreselleşme adı verilen oyunun içinde, kendi payımıza düşeni yaşıyorduk anlaşılan.  Lakin, kapıya dayanan bu tehlikeli demir yığınlarıyla birlikte anladık ki,   bu oyunda buğday tarlalarını biri almış,  birinin limanlarını bir diğeri işletmeye başlamış, mısır tarlalarının gerçek sahipleri kendi topraklarında işçi olmuş, almazsan ayıp fiyatları, birilerinin karın tokluğuna sebepmiş ve eğer izin çıkmazsa sen,  kendi  tarlanı ekemez, kendi  limanlarında yükleme yapamaz olmuşsun. Yani o güzel kadınları karşılamanın ve kadını dövmeyen adamlara börekler açmanın bedelleri varmıışş.

 Pekii anlamak için geç mi kaldık desem. Kendi penceremden bakınca cık derim.  Tüm bedellerine rağmen çok şey öğrendiğimizi ve öğreniyor olduğumuzu söylerim. Artık koca bir köy olan Dünyanın, nasılda güzel bir yer olduğunu, herkesin kendi dilinde bir duası olduğunu, soğuklarda içecek sıcacık çorbalar yaptığını, aynı buğdaydan farklı ekmekler yapıp, oturup bunları o çorbaların yanında hep birlikte yiyebileceğimizi.  Bayramlarımızda mahalleyi kokutan zencefilli, tarçınlı tatlı çeşitlerimizle kapılarımızı çalabileceğimizi,  sonrada ‘’ tatlı yiyelim tatlı konuşalım’’ diyerekten birlikte oturduğumuz sofralarımızda, sevdalarımıza kah ağlayıp, kah güleceğimizi deneyimledik. Daha ne olsun. Hatta gözyaşının pasaportu olmadığını; nefsin, ideolojilerin ve dinlerin önüne geçebildiğini öğrendik. Ee daha daha ne olsun.  Ne kadar güzel şeyler öğrenmişiz böyle.

İşte bir öğrenme delisi olan ben,  bu yazımda,  ilk duyduğum zamanlarda, adını dahi söylemekte zorlandığım ‘’ globalleşmenin’’,  içinde payıma düşen Almanya ve onun da içindeki payıma düşen  Helga’yı anlatmak istiyorum sizlere. Yazmayı ve küçük hikayeler anlatmayı çok seviyorum Helga dediğimde ‘’ madem öyle, sana benim yazdığım aşk mektuplarını vereyim.  Onları da anlat’’ deyince biraz şaşırdım ama bana bu sorumluluğu verdiği ve böyle güvendiği içinde sevindim açıkçası. Eh be küreselleşme gel de seni sevme.

 Onunla, bir hastane bahçesinde tanışmıştık. Midesini yıkamışlardı çünkü intihar etmek istemişti. O güzelim bahçede onu dinleyen biz bir kaç Türk kökenli hatun,   bu altmış beş yaşındaki kadının, yalnızlıktan dolayı bunu yaptığını düşündük. Ama o, bizim ne düşündüğümüzle ilgilenmedi bile. Bir çırpıda anlatıverdi olanları. Özetle Bir Hans’a aşık olmuş. Lakin aşkına karşılık bulamayınca, onsuz bir yaşamda diretmenin anlamsız olduğuna karar vererek, hayatına son vermek istemiş. Biz bir şaşırdık ki görmeyin. Aramızda ‘’  aaa sizde mi kara sevdaya tutuluyordunuz’’ diyen de oldu.  ‘’ Ayyy bu yaşta değmez ki canım yaa’’ diyerek, sırtını sıvazlayanda … ‘’ Oyy oyy hiç bir erkek için değmez bunu yapmaya’’  deyip, koşup, sıcak çikolata getirende. Ve böylecee küresel dünyada, sınır tanımayan kadın muhabbetlerinde buluşuvermiştik iste.  Demek sen, bu adamın varlığının tiryakisi, yokluğunun delisi olmuşsun da bak sunun yaptığına deyip Ferdi ile tanıştırıvermiştik Helga’yı.  Ama Müslüm’den hiç bahsetmedik.  Ne oluur ne olmaaz diye.

İşte böyle bir tanışmanın ardından, yıllar geçti ama ilişkimiz çok şükür bitmedi. Helga, 1942 Berlin Kreuzberg doğumlu. Yani bir savaş çocuğu. Tıpkı şu anda Ukrayna’da, Suriye’de, Afrika’daki çocuklar gibi.  Çarpışmalar sırasında esir düşen babası, Sibirya’ya gönderilmiş ve 1950 yılında geri dönmüş. Hayatta kalmayı başarmış olsalar da, artık birbirlerine çok yabancı olan, anne ve babası ne yazık ki ayrılmışlar. ‘’Çok zor yıllardı’’ diyor Helga  ve bu zorluklar içinde büyürken de,  Almanya’da o dönem için yapılacak en güzel şeylerden birini yaparak, terzilik öğrenmiş. Bu arada kendisi gibi bir savaş çocuğu olan Helmut’la hayatını birleştirmiş. Otuz sekiz yıl süren bu evlilikte, eşinin alkol sorunları ve buna dayalı olarak yaşanan aile içi şiddet nedeniyle zor yılları hiç bitmemiş. Üstüne birde eşi kansere yakalanınca ona yıllarca bakmak zorunda kalmış. Yani anlayacağınız, bu İki savaş çocuğunun acıları hiç mi hiç dinmemiş. Sorumlusu olmadıkları ama içine doğdukları savaşın bedellerini ödeyerek geçirmişler yıllarını.

Ve zor gecen yıllarca yılın ardından, eşinin hayata veda etmesiyle birlikte beraber yaptıkları hobi bahçesinde, bu kez de bir başına kalmış Helgacık… Neler geçmedi ki hayatımdan deyip, başlamış oralarda oyalanmaya. Sonra bir gün, bahçe yönetimiyle yaptığı bir görüşme sırasında  Hans’a rastlamış.   Aşk mektuplarında o anı; ilk görüşte aşk okunun ona saplandığı nokta olarak ifade ediyor. Bu arada tekrar hatırlatayım Helga, o sırada altmış beş yaşında.

Lakin  Hans, bizim kıza yüz vermediği gibi, bir de kırmızı kart göstermiş. Sonradan anladık ki  kısa bir süre önce eşinden ayrılan Hans, o sıralarda sabit bir ilişkiye hayır sloganlarıyla, bekar bir erkek modunda yaşamaktaymış.  Ve o da o sırada yetmiş yaşında. Belki de yaşanan onca acıdan ve mücadeleden sonra o da yorgundu kim bilir?  Sonuçta o da bir savaş çocuğu olarak dünyaya gelmiş miydi?

Rededilmiş  olmayı hazmedemeyen Helga, ne yazık ki İntihar girişiminden sonrada   kabul görmemişti. Ve işte bizde tam bu dönemde tanımış olduk bu ikiliyi.

Ammaaa   bütün bunlar olup biterken, bu sevimli ikili öyle güzel bir muhabbet tutturmuştu ki  inanamazsınız. Bir gün yaradan, diğer gün çocukluk anıları. Başka bir gün siyaset, sonraki gün gömlek düğmesi üzerine,  saatlerce konuşabildiklerini görüyor ve çok mutlu oluyorduk. İşte tam bu sırada, bizim kızın bir hamle daha yaptığını haber aldık. Sonuçta farklı hayatlar yaşadığımızdan dolayı, her gün görüşmesek de arada telefonla hal hatır soruyorduk birbirimize. Bir gün yine telefon açtığımda, nefes nefese konuştu benimle.  ‘’ İspanya’dayım hacıyolunu yürüyorum. Gelince ararım seni’’ deyip,  kapatıverdi yüzüme. Ben, şaşkın telefon elimde kalıverdim öylece. Sonra neymiş ki bu hacıyolu deyip bakınınca internete,  yok artık be Helga demiştim sessizce.

 Hristiyanların Pilger Weg ( hacıyolu)  adını verdikleri bu yollar, malum hacı olunabilecek merkezler ve onun etrafındaki yollardan oluşuyormuş. Hristiyanlar için belki de en önemlisi  Jakobsweg, adıyla bilinen yolmuş. Bu İspanya’nın kuzeyindeki Galiçya’da azizlerin medfun bulunduğu Santiago de Compostela katedralindeki Zebedi Oğlu Yakup tapınağına giden yollardan biriymiş.  Meğer bizim kız,  aşkını anlatabilmek için bu yolu yürümeye karar vermiş. Üstelik hiç üşenmeyip, Hans’a her gün bir mektup yazarak. Biz, gözlerimiz dört açılmış şaşkın beklerken Helga’yı,  fark ettik ki sadece biz değiliz bekleyen. Hans da bekliyordu. Ama o, şaşkınlıkla değil de özlemle bekliyordu. Ve biz kendi aramızda tamda bu noktayaaa  ‘’ Yeter ki sen gel. Ben razıyım her gün yağmura…’’ diyerekteeen yapıştırıverdik bir Ferdi daha.

 Sonra da o,  bizi anlamasa da yaaa Hans dedik, işte böyle razı olursun her gün yağmura.  Ee hep devletlerarası anlaşmalar olacak değil ya, bizimki de Uluslararası boyuttaki kadın dayanışmasıydı işte.

Dedik demesine de bir yandan da şaşkın aşık bunlar diye gülüşüyorduk. Sonunda bir gün,  telefonum çaldı. ‘’  ve işte geldiimm’’ diyordu Helga.  Üstelik eli boş da gelmedim deyince, hacdan hediye getirdiğini düşündük. Sabırsızlıkla buluştuğumuz günse, elleri değil de yüreği dolu döndüğünü anladık. ‘’Kusura bakmayın ‘’dedi. ‘’ gidin siz de yürüyün. Ben attığım her adımda, savaşı, çocukluğumu evliliğimi ve Hans’ı taşıdım yanımda. Siz kimi neyi taşırsınız bilemem.’’   Açıkçası biz, biraz bozulduk ammaa aramızda henüz kimsenin,  bu yolları yürümeye hazır olmadığını da sayesinde anlamış olduk.

Hans’ın durumu bizden farklıydı tabi ki. O, itiraf etmediği bir özlemle Helga’yı beklemiş, dönüşünüde şarap eşliğinde kurduğu  sohbet sofrasında kutlamak istemişti. . Biz tam ayyy yine mi sohbet diyecekken Helga, heyecanla aradı ve ‘’kızlaarr söyledi, söyledi bana aşkını söyledi’’ deyince akşamına bizde patlattık şampanyaları. Eee biz kadınlar, hem birbirimizin en büyük düşmanı hem de dert ortağı oluruz ya. Bu da böyle bir şeydi işte.

Lakin patlattığımız şampanyalar, nerdeyse kursağımızda kalıyordu. Çünkü  bu sevimli ikili, aynı evde yaşamaya başlayınca ortaya çıkan bir gerçek daha oldu.  O da Helga’nın,  bir kadın olarak, yıllar içinde daha fazla yara aldığıydı. Tıpkı, şimdi Suriyeli, Ukraynalı, Afrikalı, kadınların aldıkları  gibi.  Şöyle yazıyordu bana   “ Selda, bir insan ne kadar acı taşıyabilir ve taşımak zorunda olabilir ki ?

 Bizim kızın bu yaraları kanayınca Hans sormuş “ Sana kim bu denli acı verdi’’ diye.  Bana kimse bunu sormadı ve hiç kimse bu kadar açık olmadı deyip, o da açmış yüreğini ve saçmış ortalığa biriktirdiklerini. Biz korktuk aslında eyvahh bu ilişkide bitecek diye ama bitmedi hatta birde baktık ki tüm bu sohbetlerin sonunda, birbirlerine daha sıkı sarılıp üstüne bir de  dünyayı gezmeye karar vermişler. Aman Allah’ım sanıyorum on kere Kenya’ya gittiler.  Çünkü Helga,  bir Kenya aşığıdır. Tıpkı benim Şırnak aşığı olmam gibi. Türkiye’ye de geldiler. Hatta nerdeyse Akçay’a da geliyorlardı. Son anda olmadı.  Üstelik tüm bunlar Hans’ın yabancılara karşı, mesafeli duruşuna rağmen oldu. Çünkü Helga, bir savaş çocuğu olmasına karşın,   özünde sınırlara anlam veremeyen bir bebek gibiydi. Onunla konuşurken, kendimizi bir çocuk bahçesinde gibi hissediyorduk. Çocuk Helga, ‘’biz Almanlarda kovaya kum böyle doldurulur’’ derken, çocuk Selda’nın nasıl doldurduğunu da merakla seyrediyordu. Sonrada biz iki çocuk, hangimizinki daha kolaysa, kovayı öyle doldurarak mutlu mutlu oynuyorduk bu bahçede.  Ve zamanla anladık ki  Helga,  tıpkı bizi eklediği gibi Hansı da katmıştı bu çocuk bahçesine. Biz de çok seviniyorduk bu duruma. Bu yaşta bu incelik, bu açıklık, bu dürüstlük, bu sadece birbirine değil insana olan sevda bizi çok etkilemiş ve umutlandırmıştı. Anlayacağınız onlarla birlikte biz de çok mutlu olmuştuk.  Ve dokuz yıldan sonra bir gün,  bu sevimli birliktelikte önce Helga’nın,   sonrada Hans’ ın kansere yakalandığını haber aldık.  Kalıcı olmadığımız bu dünyada, günü gelince gideceğimizi biliyoruz bilmesine de, işte o an geldiğinde bunu sakince karşılamak, oyun bitti hadi hoşça kal demek çok da kolay olmuyor. O sevimli çocuk Helga,  iyileşti ve Hans, bu süreçte onun yatağı etrafında, adeta sahnedeki bir balet gibi, dönüp durdu onu sevindirebilmek için. Ama Hans’ın kaderi farklı yazılmıştı. Anlaşılan o ki bu dünyada, daha fazla içecek suyu yoktu sözleşmesi bitmişti. O gitti. Helga yine yalnız kaldı.

Dedim ya hani Helga’yla sürekli görüşmesek de yan yana gelince iki eski arkadaş gibi her seferinde kaldığımız yerden devam ederiz sohbete. O bir Alman, ben bir Anadolu kadını. O şimdilerde seksen yaşında, ben ellinin üstünde. O, bana Kenya’yı anlatır. Ben, ona Şırnak’ı. O,  sen seversin deyip, Berliner pastası koyar sofrasına. Ben de o sever diye açar koyarım şarabı masanın ortasına.  işte biz, ikimiz bütün bu farklılıklarımıza rağmen yan yana geldiğimizde böyle ağız dolusu güler,  arada birde ağlarız ve ağlarken dahi eğleniriz. Ha birde bizi, böyle yakınlaştıran kişilere, olaylara ve nihayetinde küreselleşmeye de teşekkür ederiz.  Belki de küreselleşmenin evinde yaptığı hesap, çarşısına uymamıştır kim bilir?

Ve bir gün,   Helga’nın isteği üzerine; Kenya’da bir ateş yakıp, bir elimizde Berliner pastası, bir elimizde şaraplarımız, birde baktık ki Şırnak halayı çekmeye başlamışız. O sırada Helga, bir yandan ritmi yakalamaya çalışırken bir yandan da coşkuyla bağırıyordu. ‘’ Hoppaaa bakalım yeni dünyada kaç insan, böylesine kucaklaşabilecek.’’  Sonrada sanki biri bizi duyacakmışçasına kısık bir sesle ekledi  ‘’ Selda, bizde ritim duygusu yok galiba..’’

Şöyle bir dönüp baktım, bu şimdilerde nükseden hastalığıyla mücadele eden savaş çocuğuna ve gülümsedim sadece.   Çok da haksız değildi hani ama onun yüreği ve bana kattıkları yeterdi. Bu nedenle, bu yazıyı kaleme alarak ona armağan etmek istedim. Lakin maalesef, ben bu yazıyı hazırlarken o bize veda etti. Ruhun şad olsun sevgili Helga. Seni çok seviyorum.  Ve yazımı seninle yaptığım sohbetler sırasında, bana söylediğin ilginç bir tespitle de bitirmek istiyorum.  Yorumsuz olarak.

Seldag dedi bir gün  ‘’ en güzeli de ne biliyor musun?  Geç de olsa öğreniyor olduğumuzu anlamak ve her yüreğin, bir sevda tohumu taşıdığını fark etmek. Hatta öyle ki inan bana,  kuvvetle muhtemel inanmayacaksın ama savaşı çıkaranlar dahi, yüreklerinde bu tohumu taşıyorlar. Ve onların içinde bunu fark edenler var ve işte o sevdalılar…’’deyiip fısıldayarak tamamladığı bu cümleyi bir sır olarak saklamamı istedi. Bunun nedenini bilemiyorum. Tek bildiğim kendisi, bir dünya savaşının kızı olan  Helga’nın,  bu isteğine saygı duymam gerektiği. Ben sadece onun söylediğinin doğru olmasını umarak, herkesin kendi yüreğindeki sevda tohumuyla buluşabilmesini diliyorum hepsi bu…

3 thoughts on “Bir Savaş Kızının Kara Sevdası

  1. sevgili Seldağ, bayıldım bayıldım, harika bir proje, muhteşem bir iş çıkarmışsın. Sesine, anlatım tarzına, hikayeye bayıldım ❤️ diğer hikâyeleri mersi ettim iyi mi. Kızım bağımlılık yaparsın sen❤️❤️❤️

  2. Seldacığım…Ne güzel bir anlatı kutluyorum seni…Devamını bekliyor ve diliyorum. Coğrafyalar değişse de değişmeyen hep hüzün, hep keder ne yazık ki…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir